Dünyanın En Kalabalık Adası Cava ’ya Yolculuk
Sumatra’ya kısa bir seyahatimiz olmuştu. Orada Muhammet Kemal Bey’in dostluğu, ilgi ve alakası, bizi kendine bağlamıştı. Sumatra’da ağzımızda kalan tat, Endonezya’ya olan muhabbetimizin daha da artmasına vesile oldu. Çok geçmeden Endonezya’yı araştırmaya ve yeni bir seyahatin kapısını çalmaya karar verdik. Yeni adres, dünyanın el kalabalık adası Cava
Araştırmalarımız sırasında, Sumatra’dan Muhammet Kemal Bey ile olan irtibatımız devam ediyordu. Bu vesileyle bizleri İstanbul’da hafızlık yapan Rafi Aksan Bey ile tanıştırdı. Biz de Cava’ya doğru yeni bir yolculuğa çıkmaya ve başka bir hikayeye daha yelken açmaya onunla karar verdik.
İçindekiler
ToggleSeyahat Başlıyor
Rafi Bey, İstanbul’da hafızlığını 1 sene gibi kısa bir süre içerisinde bitirip, izin için Endonezya’ya dönme planı yapıyormuş. Bu plan, bizim için de güzel bir haber oluyor ve hemen bilet araştırması yapıyoruz. Pasaportlarımızı hazırlayıp, aktarmasız biletlerimizi alıyoruz. 12 saatlik uçak yolculuğumuz başlıyor. Endonezya semalarına yaklaştıkça, bulutlara ulaşan dağlar ve üzerinden duman yükselen yanardağlar görünüyor. Bu manzara, lunaparkta macera trenine binen çocukların, acaba şimdi karşımıza ne çıkacak, heyecanını yaşamamıza sebep oluyor.
Cava Adası’nın güneyindeki Soekarno-Hatta Uluslararası Havalimanı’na iniyoruz. Yumuşak ve nemli hava denizi, sahili ve o sahillerdeki sandalları hatırlatıyor. “Denizde ne varsa sahile o vurur, kalpte ne varsa yüze de o.” Deniz, bu insanların hayatlarının merkezinde, kalplerinden bize neler yansıyacak, yaşayıp görmek istiyoruz. Bu düşüncelerle havaalanından çıkıp, çok zaman geçmeden Rafi Bey’in ailesinin evinde misafir oluyoruz.
Cava Adası
Şehir yolculuğuna çıkmadan önce, Cava ile alakalı bilgilerimizi güncelleyecek olursak; Cava Adası Endonezya adaları arasında en önemlisi ve ülke için hayati önem taşıyan bir bölgedir. 126.100 km2 yüzölçümüne sahip ada, ülke topraklarının %7’sine tekabül ediyor. Haritada bakıldığında, Sumatra’nın doğusunda Kalimantan olarak bilinen Borneo’nun güneyinde ve Bali adasının hemen batısında yer alıyor. Yaklaşık 136 milyonluk nüfusuyla ülkenin yaklaşık %60’ına ev sahipliği yapıyor. Aynı zamanda Başkent Cakarta da bu adada bulunuyor. Cava Adası, Banten, Batı Cava, Orta Cava, Doğu Cava olmak üzere 4 eyalete ayrılmış. Jogjakarta Sultanlığı ve başkentin içinde yer alan Cakarta Raya özerk idari bölgeleri de bu adada bulunuyor.
Başkent Cakarta
Hafta sonunu evde geçirdikten sonra, yola çıkıyoruz. Cava adasının başkenti Cakarta, adanın batısında bulunuyor. Cakarta, geniş meydanları, zengin tarihi miraslarıyla gezilmeye değer ve yaşanabilir bir şehir olduğunu, her fırsatta ziyaretçilerine fısıldıyor. 10 milyon nüfusa sahip şehir, geniş yollara rağmen zaman zaman trafik sorunlarıyla mücadele ediyor.
Eski ve Yeni Cakarta olarak ikiye ayrılan şehir, ülkenin kalbi olduğu kadar ülke tarihinin de önemli bir parçası. Bağımsızlıktan sonra hükümet, Yeni Cakarta’yı şehrin merkezi olarak tasarlamış. Burada Merdeka Meydanı’na ulaşıyoruz. Meydanda 80 bin hektarlık park var ve bu meydan, şehrin en büyük meydanlarından biri.
Monas Anıtı
Aynı zamanda bu meydanda, Monas Bağımsızlık Anıtı yer alıyor. Anıt, 1975 yılında inşa edilmiş. Girişte ufak bir bağımsızlık müzesi bulunuyor. Müzeyi gezerken, tarih boyunca Endonezya’nın hangi ülkelerle savaştığını ve Endonezya’nın tarihi serüvenini Rafi Bey’den dinliyoruz. Gördüğümüz kadarıyla Endonezya, tarih boyunca Türkler haricinde herkesle mücadele etmek zorunda kalmış.
Özellikle sömürge faaliyetinde bulunan her devletle bir şekilde teması olmuş. Anıt, 132 metre uzunluğunda ve en üstünde, şehri avucunuzun içinde gibi görebileceğiniz bir seyir terası var.
Monas Anıtı’nın tepesine çıkıyoruz Rafi Beyle. Bize, Sultan Alaaddin Riayet Şah zamanında Sumatra’ya Osmanlı Sultanı Selim Han’ın yardımından bahsediyor. Top döküm ustası ve silah yapımını bilen değerli sanatkârlar, bir filo hâlinde gelip muhacir olarak burada kalmışlar. Bugün bir mezarlık bile mevcut.
Monas Anıtı ile alakalı asıl şaşkınlığımızı eve dönüş esnasında yaşıyoruz. Parkta oturup akşam ezanını dinlerken “Yukarı bak,” diye uyarıyor Rafi Bey. Henüz batmakta olan güneş, anıtı kızıla boyayıp, bu kızıllığı da önünde yer alan göle yansıtıyor. Bağımsızlık adı, orada asıl manasına bürünüyor bizim için.
İstiklal Camii
İstiklal Camii’ni, Bağımsızlık Anıtı’nın terasından etrafı seyrederken görmüştük. Bu cami, Güneydoğu Asya’nın en büyük camisi. 300 bin kişi aynı anda ibadet edebiliyor. İnşası 1961-1978 arasında, 17 yıl sürmüş. Yapının her tarafının bir manası ve remzi var. Beş kattan oluşuyor ve İslam’ın beş şartını esas alıyor. 45 metre çapındaki kubbesi, 1945’teki bağımsızlığı temsil ediyor. Mevcut tek minaresi, Hazreti Allah’ın birliğini işaret ediyor. Yedi giriş kapısı, Cennetin yedi katını hatırlatıyor. Caminin bağımsızlık anıtına yakınlığı ve 300 bin kapasiteye çıkabilen büyüklüğü, Endonezyalı Müslümanların her an savaşa hazır olabileceklerini hatırlatıyor. Bu durumu Rafi Bey’e sorduğumuzda “Aslında o mantıkla inşa edilmiş. Bir gün bağımsızlık derdine düştüğümüzde, İstiklal Camii’nde namazlarımızı kılıp, o anıtın etrafında toplanmak için harekete geçelim diye. O meydanın büyük olması da bizim ne kadar çok insanı aynı anda bir araya getirebileceğimizi simgeliyor, bir nevi düşmanlara gözdağı veriyor.” diye ekliyor.
Sömürge Yılları
Şehir merkezinin yoğunluğu, trafiği ve nemi insanı yoruyor. Ringden inen boksörün yorgun ve terli hâli gibiyiz şehir merkezinden çıkarken. Burada da çarpık kentleşme ve şehirdeki yoksulluk gözümüze çarpıyor. Sömürgeciliğin getirdiği dilemmayı ve fetihten farkını görmek, bu olsa gerek. Altyapı ve imar çalışmaları, 350 yıllık Hollanda sömürgesi yıllarında nedense akla hiç gelmemiş. Zaten mevcut durumun fetih değil de sömürge diye adlandırılmasının sebebi tam olarak bu. Çünkü fetihte, Osmanlı’nın Balkanlarda yaptığı topyekûn medeniyet inşası akla gelir. Bursa ile Bosna’nın şehir yapısının birbirine benzemesi, Silistre ile Batum’un evlatları, mimari ve ilmi olarak benzer eğitim yuvalarında okuduktan sonra ihtisas yapmak için İstanbul’a gelebilmeleri ve aynı saflarda namaz kılıp aynı rahleyi paylaşabilmeleri; şehirler ile beraber gönüllerin de ihya edildiğini gösterir. Bu durum sömürgede aynı mantıkla işlemez. Bunu Eski Cakarta’ya gittiğimizde daha iyi anlıyoruz.
Rafi Bey’e Eski Cakarta’nın özelliklerini sorduğumuzda hem geziyoruz hem de dinliyoruz. “Eski Cakarta, sömürge döneminden kalan hatıraların, binaların ve o dönemde kullanılan savaş aletlerinin sergilendiği yer. Hollandalıların kurduğu Batavya şehri, bugün bir meydana adını veriyor. Adını Hollanda’da meskûn bir Cermen kabilesinden almış. Meydanı çevreleyen alanda, Hollandalılardan kalma binalar, eserler, kıyafetler ve çeşitli aletler hâlâ korunuyor. Toplumsal hafızanın diri tutulması amacıyla, eski belediye binası, üç yüzyılın kara lekelerini ve hatıralarını misafirlerinin dikkatine sunuyor.” Eski Cakarta’da dikkatimizi şu husus çekiyor. Hollandalılar adaya ayak bastıkları zaman, sadece kendi kullandıkları yerleri, mekânları ihya etmişler. Kendi inşa ettikleri mekâna, yine eski kabile ismini vermişler. Bu bir bakıma sahiplenmek gibi görülebilir, fakat asıl zenginleşen tarafın Cakarta değil de Hollanda’nın şehirleri olması; işte bu sömürgenin mantığını ortaya koyuyor. Ringdeki boksör, yumrukları suratına suratına yemişti, biz ise sömürgenin izleriyle burada yumrukları içten, yüreğimize yüreğimize yiyoruz…
Eski Cakarta ve Yeni Cakarta’yı birer günde gezebiliyorsunuz. Eğer ayrıntılı gezmek istiyorsanız, belki bir gün daha ayırmak isteyebilirsiniz.
Umre Ziyaretleri
Cakarta’da ikinci günümüzde iken Rafi Bey’in akrabalarının davetine icabet ettik. Rafi Bey’in anlattığına göre Umre ve Hac yapacak kişiler, akrabalarından ve komşularından birkaç kişiyi davet eder, birtakım geleneklerini icra ederlermiş. Endonezya’ca veya Arapça mevlid-i şerîfler, Yâsin-i şerîf hatimleri veya ilahiler okunur, gidecek olanlar kalanlardan helallik talep ederlermiş. Her ne kadar misafir de olsak bizlerden de helallik aldılar. Hatmi şerifler okundu ve baharatlı, sebzeli, Endonezya’ya özgü Nasi Goreng pilavını herkese dağıttılar. Daha sonra gelen misafirler bir bir ayrılmaya başlayınca, bizler de müsaade istedik.
Bu ziyaret için Rafi Beye ve ailesine teşekkür ettik, fakat hac ve umre dönüşlerinde hacıların neler yaşadığını, nasıl hareket ettiklerini de sormadan edemedik. Gelenlerin yine herkesle musafahalaşıp o mübarek beldelerden selamlar getirdiklerini, evlerine gelen misafirlere hediyeler verdiklerini söyledi. Küçük şişelerde zemzem suları, mebrum hurmalar, tespih ve seccadeler bu hediyeler arasındaymış. Yine gidenler, nereleri ziyaret ettiklerini, nereleri gördüklerini, nasıl hissettiklerini anlatarak insanları umreye gitmeye teşvik ediyorlarmış. İnsanlar gidiş ve dönüşlerde bu hususlara dikkat ederler, diyor Rafi Bey. Çünkü bu ziyaretler hem insanların muhabbetini artırıyor hem de özellikle sömürge döneminde Müslümanların birbirine kenetlenmesini sağlıyormuş. Hatta Hollandalılar bir dönem bu ibadeti yasaklamış, sonra halkın tepkisinden çekinerek bu uygulamalarından vazgeçmişler. Bu güzel muhabbetin ardından istirahate ayrılıyoruz.
Bogor’a Doğru
Üçüncü gün bizim için aktif bir gün oluyor. Sabah kalktığımızda Rafi Bey artık Cakarta’yı yeterince gezdiğimizi ve Bogor’a seyahat edeceğimizi haber veriyor. Kahvaltıda şekerli Endonezya kahvesi ve Pisang Goreng var. Ezilmiş muz, şekerle karıştırılıp kızgın yağda pişirilmiş bu yiyeceğin tadı kahveyle uyumlu. Ardından, kendisi de usta olan Akhidat Bey’in mutfağından, yine nasi uduk yemeği geliyor. Hindistan cevizi suyu ile pilavın kızartılması sonucu oluşan yemek, muz yapraklarının içine koyulup soğumaya bırakılıyor. Muz yaprağının kokusu, pilava siniyor ve gayet lezzetli bir yemek ortaya çıkıyor. Tadı güzel ve hafif.
Endonezya Mimarisi
Bogor, Başkent Cakarta’ya araçla iki saat mesafede. Şehir bir milyona yakın nüfusa sahip. Cakarta’nın dışına doğru çıkar çıkmaz, büyük binalardan ve insanı ezen gökdelenlerden sıyrılmak, insana balta girmemiş ormandan çıkıp düzlüklerin keyfini çıkarma hissi veriyor. Tek katlı ve bahçeli evler, içe dönük bir mimari, oldukça sade ve hoş duruyor. Cava Adası’nın dokusunu yansıtan bir zaman ve mekân dilimi içindeyiz. Bize selam veren sıcakkanlı insanları görmek, ayrıca hoşumuza gidiyor. İnsanın insana muhabbeti çaydaki şeker gibi tatlıyken, muhabbetsiz olduğu zaman çaydaki kaşık gibi koca dünyada yapayalnız kalıyor insan.
Endonezya mimarisini, şehirden uzaklaştıkça şöyledir, diye tarif etmek pek kolay değil. Fakat genelde tek katlı veya zemin kat üzerine geniş teraslı iki katlı evler gözümüze çarpıyor. Sürgülü dış kapı ve içeride de ayrı bir cümle kapısı olduğunu görüyoruz. Bahçesi olmayan evlerde, doğrudan cümle kapısı bizleri karşılıyor. Bazı evlerde, girişte tavana asılı iki üç adet kuş kafeslerini görmek mümkün. Evlerde en çok dikkat edilen yerler ise üstü hafif sacla örtülü olan geniş teraslar.
Arabamızın üstü açık dağ arabası olması da görüşümüzü kolaylaştırıyor. İnsanların Cakarta’da motor kullanmalarının, şehrin kalabalığından ve trafik sıkışıklığından dolayı olduğunu düşünüyorduk, burada da yollarda insanların motor kullandığını görünce, aslında durumun sadece bundan ibaret olmadığını anladık. Rafi Bey’e sorduğumuzda ise “Bu durum sadece Endonezya’da değil, genelde nemin çok olduğu yerlerde oluyor. Mesela Türkiye’de çok nemli olan Alanya’da da insanlar genelde motor tercih ediyorlar. Nem burada insanların en büyük imtihanı.” diyor. Ayrıca Rafi Bey’in aktardığına göre Bogor, Orta Cava’da bulunması ve rakımının yüksek olması sebebiyle burada yağışlar artıyor. Bu da Cakarta’da sık sık sele sebebiyet veriyor.
Cennetten Bir Köşe
Şehir merkezine geldiğimizde büyük bir botanik bahçesi ile karşılaşıyoruz. Endonezya’ca “Kebun Raya” diye adlandırdıkları bu yer, tıpkı cennetin bir köşesi gibi. Bogor Başkanlık Sarayı’nın hemen yanında yer alan bu bahçe, 15 bin çeşit ağaç ve bitki çeşitliliğine sahip. 87 hektar alana yayılan bahçe, 19 yy. başlarında Hollandalılar tarafından kurulmuş. Bugün de özel bir şirket vasıtasıyla varlığını sürdürüyor. Bogor şehri, yüksek nem ve yağış aldığından, tropikal bitkiler başta olmak üzere dünya üzerindeki birçok ağaç ve bitkiye ev sahipliği yapıyor. Bahçenin içerisinde aynı zamanda hayvan iskeletlerinin yer aldığı Zooloji Müzesi ve kütüphane gibi binalar da ziyaret edilebiliyor. Rafi Bey’in mihmandarlığında gezdiğimiz bu bahçeye giriş ücreti 30.000 Rupiah (60 TL) verdik. Gördüğümüz kadarıyla bahçe, hem yerli hem de yabancı turistlerin ilgi odağı hâline gelmiş durumda.
Bogor Meyve Pazarı
Şehir merkezinde yolumuzu ararken, Rafi Bey bir anda bizi meyve pazarına götürüyor. “Gelmişken tropikal meyveleri tatmadan dönmek olmaz.” diye ekliyor gülerek. Daha girişte hiç görmediğimiz envaî çeşit meyve görüyoruz. Mangoyu daha önce görmüştüm. Salak Meyvesi (Yılan Meyvesi), Mangosten, Rambutan meyvelerini ilk defa burada gördüm. Alışveriş yaparken meyvelerin tatlarından ve metabolizmaya etkilerinden soruyorum.
Topladığım bilgilere göre “mangonun” tadı erik ve kavuna benzemekle beraber birçok çeşidi vardır. Salak pondoh meyvesi, Endonezya’da, Cava ve Sumatra’ya özgü bir Arecaceae familyası türünden bir meyvedir. Endonezya’nın diğer bölgelerinde, bir gıda mahsulü olarak yetiştirilir. Yılan derisine benzeyen kabukları olduğu için, yılan meyvesi de denmektedir. Mangostenin tadı ekşitatlı olup, olgunlaştığında altın sarısı rengini alır. Mangosten meyvesi, yüksek miktarda C vitamini, beta-karoten, magnezyum, potasyum ve lif içerir. Bu nedenle, bağışıklık sistemini güçlendirmeye yardımcı olur. Son olarak rambutan meyvesi, Asya’da yaygın olarak tüketilen bir meyvedir. Özellikle Endonezya, Malezya ve Tayland gibi ülkelerde oldukça popülerdir. Türkiye’de daha çok Akdeniz bölgesinde yetiştirilmektedir.
Rafi Bey ile gezmek her ne kadar güzel olsa da yol yorgunluğu ve saat farkı, hafif mahmurluk yapıyor. Yakında bulunan bir arkadaşına misafir oluyoruz. Burada bir gece geçirdikten sonra sabah erkenden Cakarta’ya geri dönüyoruz. Ardından Cava Adası’ndaki son ziyaret yerimiz olan Jogjakarta şehrine gitmek üzere tren biletlerimizi alıyoruz. Trenle 6-7 saat mesafede olan Jogjakarta’ya, yola koyuluyoruz. Bambu ağaçlarının içerisinde zengin bitki örtüsünün arasında, yapabildiğimiz en güzel yolculuklardan birini yaşıyoruz ve tabi biraz dinlenmeyi de ihmal etmiyoruz.
Jogjakarta
3 milyona yakın nüfusu olan Jogjakarta, Endonezya’daki özerk bölgelerden bir tanesi. Bölgede aktif hâle gelen volkanlar, şehri sis bulutuna bürüyor. Gökyüzüne bakıldığında, şehrin üzerine sanki ressamın tuvalinden görüntüler yansıyor. Oksijen azlığıyla ağırlaşan havanın, insan sağlığına zarar vermesi tehlikesi var. Şehrin bazı yerinde sığınaklar mevcut. Volkan patlaması söz konusu olduğunda insan tedirgin oluyor; ama insanlar bu tehlikeyle iç içe yaşıyor. Şehrin seyyar satıcıları, volkanik lavlardan elde edilen bardak, tencere, kaşık, çatal gibi günlük kullanılan malzemelerle çeşitli hediyelik eşyalar satıyorlar.
Jogjakarta Sultanlıkla yönetiliyor. Ve şu an şehirde Keraton Hanedanlığı hüküm sürüyor. Hanedanın onuncu sultanı olan “Sri Sultan Hamengku Buwono” hem sultan hem şehrin valisi. Kültürel bir sultanlık olarak şehri yönetiyor. Rafi Bey, şehri gezdirirken bir taraftan anlatmaya devam ediyor. “Şehirde iki adet saray var. 1756 yılında yapılan saray, şehrin ilk sultanı için inşa edilmiş. İkinci saray ise 1758 yılında inşa edilen, Taman Sari Yazlık Su Sarayı’dır. Unesco tarafından “Dünya Mirası” listesine alınmış. Sarayın içerisinde müze olarak kullanılan bir de cami mevcut.”
Sultanın aktif olarak kullandığı saray avlusunda, çeşitli hediyelik eşya satan pazarcılara ve güler yüzlü insanlara rastlamak mümkün. Özellikle geleneksel batik adlı tülbentler, görülmeye değer. Kalemle motif çizilen bu tülbentler, üzeri mumla kaplanarak nakış nakış işleniyor. Endonezya’da meşhur olan batikler insanların dikkatini çekiyor.
Pirinç tarlaları
Jogjakarta’da Cava ’nın genelinde olduğu gibi şehirden uzaklaşır uzaklaşmaz, çeltik tarlalarına ve güler yüzlü insanların size el sallayışlarına rastlamak mümkün. Uzaktan izlediğimiz çeltik hasadı, meşakkatli ve yorucu. Hasat, sabah namazından sonra başlayıp, öğlen güneşine kadar sürüyormuş. Biz gittiğimizde öğle vaktinin geçmesine rağmen çiftçiler hâlâ devam ediyordu.
Tarlalarda otlar, nemin getirdiği etkiyle kaşıntı yapıyor. Bu yüzden çiftçiler eldiven takıyor ve uzun kollu elbise giyiyorlar. Şehirden uzak bir yerde gördüğümüz bu hasat işlemi ise kısaca şöyle idi: Önce ok gibi göğe bakan ince uzun otlar, orakla köküne yakın bir yere kadar kesiliyor ve bir brandanın üstüne diziliyor. Kesme işleminin ardından dizilen saplar, avuç avuç alınıp sert zemine vurularak, uçlarındaki pirincin düşmesi sağlanıyor.
Bir diğer ve daha zor olan yöntem; sapların tek tek alınıp aşağıdan yukarıya doğru parmakları hareket ettirerek bütün pirinçlerin düşürülmesi. Her ne kadar bu usulde hiçbir pirinç etrafa dağılmasa da tek tek uğraşmak yorucu olacağından, toplu şekilde vurarak pirinçleri düşürmek çiftçilere kolay geliyor. Pirinçten ayrılıp geriye kalan otlar ise hayvan yemi olarak kullanılıyor. Etrafa dağılan pirinçlerin akıbetini sorduğumuzdaysa, toprakla karışıp yeniden kök salıyorlar. Ya da ördek kaz gibi hayvanlar bu otlar arasında dolaştırılarak onların yemlenmesi sağlanıyormuş. Kısaca pirinç ekmede ve hasat işleminde israf yok denecek kadar az.
Ayıklanan pirinç rüzgârda savrulup otu, çöpü tanesinden ayrılıyor. Ayıklandıktan sonra çuvallara dolduruluyor. Son olarak çuvallar dolusu pirinç kurutulup, kabuktan ayrılması için makinelere aktarılıyor. Nihayetinde yemeğe hazır hâle geliyor. Pirinç hasadı bu kadar. Ayıklanan ot ve pirincin ardından, arazideki kökler topraktan ayıklanarak, toprak arazinin tekrar işlenmesi için hazır hâle getiriliyor.
Merapi Dağına Yolculuk
Pirinç tarlalarını bırakıp Rafi Bey ile Jogjakarta’nın merkezine 28 km uzaklıkta olan Merapi Yanardağ’ına gidiyoruz şimdi de. Her zaman tepesinden dumanlar yükselen bu yanardağ, uyuyan bir ejderhayı andırıyor. Burada 2000 yıldan beri düzenli olarak patlamaların yaşandığı söyleniyor. 1994 yılında, 2006 yılında ve son olarak 2010 yılında patlayan yanardağ, yine her an patlamaya hazır hâlde. 2010 yılındaki son patlamada 353 kişi hayatını kaybetmiş. Şehirde yaşayan insanların hayatları her an tehlikede olsa dahi işlerine devam etmeleri, bizi şaşırtıyor.
Rafi Bey’e bu durumdan korkmuyorlar mı, diye sorduğumuzda “Aksine bu duruma alışmış vaziyetteler. Yanardağlar Cava Adası’nın bir gerçeği. Hatta hava kapalı olduğunda ve yağmur yağdığında sık sık dağa şimşekler isabet ediyor. Burada insanlar yanardağları korkulacak bir şey olarak değil, kendi hayatlarının bir parçası olarak görüyorlar.” diye cevap veriyor. Turistler dağın zirvesine kadar gidiyorlarmış, ama biz yanardağa çok yaklaşmak istemiyoruz. Geri dönerken, uyuyan bir ejderhayı andıran bu dağa baktığımızda; ejderha figürünün bu coğrafyada yer etmesinin bu yanardağların bir simgesi eseri olup olmadığını düşünmeden edemiyoruz.
Çocukların uçurtma heyecanı
Merapi dağından inerken, Rafi Bey son bir yeri göstermek istediğini söylüyor. Çocuklar için güzel bir etkinlik varmış. İçeriğini az çok tahmin etmekle beraber anın heyecanını ıskalamamak için tahminde bulunmadan bekliyoruz. Yaklaştıkça gökyüzüne uzanan ipler bize ipucu veriyor bile. Çocukların heyecanla uçurttukları uçurtmaları izliyoruz. Fiyatını sorduğumuzda 5-10 TL ye tekabül ettiğini öğreniyoruz. Muson rüzgârları estiği zamanlarda, uçurtma yarışları hep yapılıyormuş. Ejder ve kartal motifli uçurtmaların birbirini düşürmek için çabaladığı bu yarışmalar, heyecanlı oluyormuş. Zaten çocukların yüzündeki heyecandan ve kıpır kıpır hareketlerinden bu durumu anlıyoruz. Bizler de birer uçurtma alıp o heyecana ortak oluyoruz. Bir süre sonra uçağımızı kaçırmamak için uçurtmalarımızı çocuklara hediye edip alandan ayrılıyoruz.
Geri Dönüş
Uçurtma alanından dönerken, artık yolculuğun sonuna geldiğimizi hissediyoruz. Cakarta’ya dönerken, yolculuğu hülasa ediyoruz. Bir haftaya yakın zamandır bu topraklarda nefes aldık, gezdik, ziyaretler yaptık, fotoğraflar çektik, yemekler yedik, farklı insanlarla tanıştık. Bu topraklara bizi çeken şey; aslında tatil yapmak, yemekler, çeşitli tropikal meyveler, daha önce hiç görmediğimiz türden ağaçlara dokunmak değildi. Üzerinden yüzyıllar da geçse, hikayesi artık tozlu raflara teslim olsa da tarihi kadimde tesis edilen kardeşlik bağı, bizi bu topraklara çağırdı. Belki burada tanıştığımız insanlarla birbirimizi daha önce hiç görmedik. Fakat ezelde birbirine aşina olan ruhları, farklı vesileler bir araya getirdi.
Tanıştığımız insanların yüzündeki o sıcak tebessümler geliyor zihnime tek tek. Lisan ile olmasa da hâl ile anlaşabilmemiz, bize kalan en değerli hatıra oldu. Uçağımız Cakarta’ya iner inmez, İstanbul biletlerini kontrol ediyorum. Üç saatlik beklemenin ardından Rafi Bey’le vedalaşıyoruz, aynı anneden doğmasak, aynı ülkede, hatta aynı coğrafyada bile olmasak, ben yine de onu kardeşim ilan ediyorum. Dost, bazen annen, bazen eşin, bazen kardeşin olabilir. Ama gerçek dost her zaman yolculukta belli olur. Uçağın camından son kez Cava semalarına bakarken bu seyahatin damağımda bıraktığı tadı hissediyorum. Bir veda değil de belki yeni başlangıçlara vesile olacak. Ama biz Cava ’ya veda ediyoruz.
Bizden haberdar olmak için web sitemizdeki blog bölümünü, youtube kanalımızı ve sosyal medya hesaplarımızı takip edebilirsiniz.
Son Yazılar
Fidan Dikimi Nasıl Yapılır?
Bir Fidanla Başlayan Yolculuk
Ağaç ve İnsan Arasındaki Derin Bağ
Gönüllümüz ve refikimiz olun...
+90(216) 6508461
info@ifa.org.tr